Sazla, sözle, türküyle, bağlamayla tanışıklığımız çocukluğumuzun sisli, puslu derinliklerindeki anılardan başlar. Karabacak’ta Akif amcamın aşağı bağ evinde Erol ağabeyimin düğünüydü ilk hatırladığım sazlı, sözlü eğlence. Yonca maşallaları içine, elma ağaçları arasına kurulmuş masalar etrafında öbek öbek insanlar. Kim vardı, kim yoktu sayacak kadar hatırlamıyorum. Lükslerin beyaz, parlak ışıklarının ağaç yaprakları arasında gölgelendiği, gaz lambalarının, “idare”lerin sarı, siyah loşluğunda eğlenen insanların, akrabalarımın, tanıdıklarımın, tanımadıklarımın karanlıkta bir görünüp bir kaybolan yüzleri geliyor gözümün önüne... 
Aklıma kazınan, bugüne kadar çok sık tekrar ettiğim için belki de, unutamadığım; Kavafların Hacı (Çetin) amcanın çaldığı bağlama, gözlerinden süzülen yaşlarla birlikte dudaklarından dökülen bir türkü, “Yozgat Sürmelisi”… Bu türküyü,  bu nedenle mi çok sevdim, bilmiyorum ama yıllar boyu dertlerime ortak oldu her bir dizesi… Karabacak’ın sırlar dolu karanlığında gece lambalarının bağın bir kenarındaki kavaklara yansıyan ışıklarının heyecanlandırdığı çocuk yüreğimde rahmetli Hacı amcanın hançeresinden kopup gelen çığlık… O duygu yüklü yanık ses, o gece bağın dipsiz derinliklerinde kaybolsa da, bugün hâlâ kulaklarımda yankılanıyor; “Kaşın ‘çeymelenmiş’ kirpik üstüne, havada bulutun ağdığı gibi, çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış, yağmurun güllere yağdığı gibi…” 
Geleneğimizde bir yanımızla eğlenirken, bir yanımızla dertlenmek var, sanırım. Türkülerimizi daha anlamlı hale getiren hareketli, neşeli türkülere, bir ağıtla, bozlakla yol yapılması. “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe” gibi olan ruh halimizin yansıması sanki… Yüz yıllarca ırgat ürettiği toprağı korumak için asker üretmek zorunda kalan anaların, görmese başına bir iş mi geldi diye yüreği titreyen yavukluların döşünde, gurbete göndermek zorunda kaldığı fidanlara, delikanlılara, göz nurlarına hasretin ağırlığı türkülerin dizeleri, tınıları arasında gizli… 
Bu acı, bu elem, bu özlem toplumu bir arada tutan “kaderde ve kıvançta birlik” için maya olmuş.  Fark edersiniz biraz dikkatle dinler, dikkatle bakarsanız; “Yozgat’ı sel almış, Soğluk’u duman, aşk ile sıdk ile sevmişim inan, ölüp de mezara girdiğim zaman, ben susayım, kemiklerim söylesin” dizelerinde, yaşanmış ortak acıyı… Mezarında bile sevgisini haykıracağı ayrılıklar, acılar yaşamış insanları, aynı duygu yüküyle yıllardır bu türküleri çalan, söyleyen, dinleyen, kendi kendine mırıldanan insanların, farklı genlere, geçmişe, heveslere de sahip olsa, bu coğrafyada yaşamış olmanın ortak dilini anlarsınız. 
Sizleri sözleriyle, sesleriyle hüznün doruklarına taşıyan bir türküden sonra, sevdasını, coşkusunu tırısa kalkmış veya dörtnala giden atların ritmiyle, sizi mutluluktan uçacağınız ufuklara taşıyan kıvrak bir hava gelir… “Getir berber getir aynamı getir, aç göğsün üstüne, al beni yatır, aman aman berberim, yavaş yavaş gel beri, usul usul sar beni, ne de nazik halleri” derken bir abdal, bağlamanın döşünden insanı yerinden fırlatacak bir coşku fışkırır. Yerinizde duramazsınız. Bağlamanın telleri arasında koşturan parmaklar, dinleyeni bozkırda dörtnala koşuşturan atların üstüne bindirir, at sırtında yüce dağların üstüne taşır. Berber türküsünü rahmetli babaannem çok severdi. Bu türkünün nağmeleriyle bir berberi taklit edip oynarken biraz da hüzün yaşarım, onun anımsarım.
Muharrem Ertaş “Kalktı göç eyledi Avşar elleri, ağır ağır giden iller bizimdir” diye kendine özgü tarzıyla seslendiğinde; Çukurova’ya kervan, kervan pamuk toplamaya, çalışmaya gidenlerin arasında bulursunuz kendinizi. Bozkırın bitmez tükenmez sonsuzluğu sona erer, kendinizi yüce dağların, Torosların başında bulursunuz. Yüce dağların da, yüce dağlardan aşan yolların sahibi gibi hissedersiniz. “Sallan boyuna bakayım” dediğine elmas küpeler takacak kadar gönlü zenginleşir, keklik gibi sekerken bulur insan kendini… “Hakkımızda devlet etmiş fermanı, ferman padişahın dağlar benimdir” diyecek kadar güçlü ve cesur hisseder, en zayıfı, gözünün ağı en bolu, horozdan en çok korkanı bile. En yoksulu dahi gönlü zengin yapan, en güçsüzü ferman sahibinden dahi güçlü yapan, en ödleği dahi cesaretlendiren, inandıran; sözün, sazın gücüdür.
Halk türküleri Kılıçözü’ndeki çakıl taşları gibidir. Yılların ustaca yonttuğu, insanı rahatsız eden bir sivriliği kalmamış çakıl taşları gibi. Yıllarca farklı dimağlarda demlenmiş, farklı dudaklarda nağmelenmiş, farklı bağlamalara eş olmuş, farklı yüreklerdeki farklı yangınlara ses olmuş dizeleriyle, tınılarıyla, birçoğu asırlar öncesinden havalanır gelir kulaklarımıza türküler. 
Sözlü kültürün en önemli öğesi türkülerin sözlerinin ve bestelerinin bu denli öz, bu denli anlamlı, bu denli duygulu olması biraz da “anonimleşmesi”yle; sıradan insanların sıra dışı dertlerine derman olmasıyla, halka her yönüyle mal olmasıyla ilgili, sanırım. Her insanın keyifli gününde de, kederli gününde de o ezgilerin bir yerinde kendinden bir parça vardır, aramanıza gerek kalmadan o sizi bulur. 
Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun dizelerinde dediği gibi; 
“Şairim,
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam 
Şairliğimden utanırım… 
Ah bu türküler, 
Köy türküleri, 
Ne düzeni belli, 
Ne yazanı, 
Altlarında imza yok ama 
İçlerinde yürek var…” 
Türküleri bizlere sevdiren Karacaoğlan’a, Emrah’a, Dadaloğlu’na, Nesimî’ye, Pir Sultan Abdal’a, Kaygusuz Abdal’a, Âşık Said’e, Âşık Seyfullah’a, Muharrem Ertaş’a, Neşet Ertaş’a, Çekiç Ali’ye, Hacı Taşan’a rahmet, tüm ustalara, canlara selam olsun…