“Acı bir kayıp” diye duygularımızı özetlemeye çalışıyoruz ama kaybedilenler sayıyla ifade edilemeyecek kadar çok. Bir yandan yeni canlar aramıza katılırken yaşamımıza anlam katan canları kaybederek yola devam ediyoruz. 
“Gitti” dediklerimizin geri dönmeyeceğini biliyoruz. “Geldi” dediklerimizin de onların yerini doldurmayacağını… Ama değiştiremeyeceğimiz yaşam gerçeklerini kabullenme alışkanlığıyla acımızı yüreğimize gömerek devam ediyoruz. Genç yaşta kaybettiklerimizin yaşamadığı yıllara, yaşını yaşayıp aramızdan ayrılanların yaşamımızda yarattığı derin boşluğa üzülüyoruz. 
Yıllar önce Ağrı’da doğada yetişen lalelerin soğanının donmamak için toprağın derinliklerine kaçarak varlığının sürdürmesi konusuna ilişkin yazdığım yazıya 24 Kasım 2020’de kaybettiğimiz Erhan Amca bir askerlik anısıyla yanıt vermiş, ben de onu yazıya dönüştürmüştüm. Çocukluğumuzun, gençliğimizin, her yaşımızın canlı tanıklarını, paydaşlarını kaybedince artlarında bu tür anılar kalıyor. Gülen gözleriyle o günleri tekrar yaşamanın heyecanıyla anlattığı, paylaştığı askerlik anısını bu vesileyle tekrar paylaşıyorum. Ruhu şad olsun… 

YIL 1963 KARS, 
Direkt Destek Bölük Komutanlığı emrinde bir Asteğmen:
Erhan BAYCAN’dan bir anı…

“Ruslardan kalma, kalın taş duvarlı bölük binasında yatıyor, kalkıyoruz. Elektrik yok, jeneratör ancak 18.oo – 22.oo saatleri arasında çalışıyor. Karşı dağların arkası Erivan, güneş doğacak gibi pırıl, pırıl ışık kaynıyor. Kars’ın ışıkları kırmızı, voltaj düşük, Orduevinde bile kitap okumak zor. Biz üniversite eğitimli, ülkenin bel bağladığı teğmenler, o dönemde mesleğe yeni başlayan yarı giyinik Ajda Pekkan, Türkan Şoray gibilerini şöhrete taşıyan Peri mecmualarını karıştırırken, utanarak yazayım, bir marangoz yanında kalfa olarak çalışan fakir ve iki taraflı kalça çıkığı olan -belki Rus ama kesin gayri Müslim genç- elemanın arka cebinde “Varlık Yayınları, Karamazof Kardeşler” kitabını görüyorum. Hafızama kazınıyor, utanıyorum. Yıllar geçiyor, her kalite kitap görüşte veya biri “ver gazeteyi ben de bakayım”  –okuyayım dememektedir- dediğinde yerimi belirliyorum. Ve her keresinde yine utanıyorum.
Birliğimizde su yok. Bir Reo ve arkasına bağlı bir römork üzerinde her gün su geliyor. Toprak yığması 6 lojman var. Bölük ve lojmanlar bu suyu kullanıyoruz. Tugayın diğer taburlarında su var. Su altımızdan geçiyor. İstihkâm taburu bizden 3-4 km. kadar yukarıda, Tugaya su veren, dökümü üzerinde kocaman orak- çekiçli logosu olan bir pompa çalışıyor. Biz sadece bir “Cummins USA” dizel motor bağlamışız. Sisteme almışız. Sular altımızdan akıp gidiyor, geçebileceği başka yol yok… İkinci harp döneminde bile evimde görmediğim, tanımadığım bitlerle tatlı kaşıntılar sonucu tanışıyorum. Bir yanda bitler, bir yanda Küba’ya yaklaşan Rus gemileri… Ordu evine taşınıyorum.
Komutanı ikna ediyorum. Yarmalar açarak geçen su borularını bulacağız. Kabul ediyor, çalışacak adam yok. Hepsi bakım-onarımda, sadece bölük nöbetinde görevli ve yazıcılar, postalar var. İkinci kademe bakım kursu düzenliyoruz, Diğer birliklerden otuz kişi topluyor öğlene kadar ders ve uygulama öğleden sonra kazma – kürek yarmalar açıyoruz.
ITÜ bilgileri ile en soğuk zemindeki boru geçişlerini tespit ediyoruz… Yok, yok, yok…
Gazozlar içiliyor, bağlama çalınıyor, kürekler sallanıyor, sevap kazançları ortalara saçılıyor.  Yok, yok… Yani bizlerin ve literatürün verilerindeki derinlikte su borusu yok. Oysa Ankara Belediyesinin su hattı olsa veya namuslu bir Türk vatandaşı müteahhidin yaptığı boru olsa ne kolay bulunurdu! Bir kepçe darbesi ile ulaşılır ve ortalığı göle çevirecek su çıkardı.
Kursun süre bitimine beş gün kalıyor. Umutsuz ve çaresiz en doğru yer olarak tahmin ettiğimiz çukurun başında toplanıyoruz. İbrahim, güçlü kuvvetli ve içlerinde tek ilkokul terk delikanlı, yarmanın bir noktasından derine doğru kazma sallıyor. Bizler umutsuz define bekler gibi toprak yığını içinde otururken “Bir çın sesi “geliyor.
İbrahim: “Teğmenim buldum” diye çığlık atıyor. Bekliyoruz, üzerini açıyor, Ancak beyaz bir metal parçası görünüyor. İnanmıyoruz. “Demir boru böyle olmaz” diyoruz. Devam ediyor ve silindirik objeyi ortaya çıkarıyor. Bir su borusu…
Şaşırıyorum. Sıfır korozyon. Zerre pas yok… Rusların Kars’tan ayrılışları, bu olaydan yaklaşık kırk yıl önce ayrıldığını düşünürsek, bu boru döşeneli en az kırk yıl olmalıydı. Boru kırk yıldır paslanmadan orada hizmet veriyordu. Evet, literatür donma için derinlik veriyor, Ruslar buna paslanmayı da ilave ediyor. O derinlikte oksijen olmadığını öğreniyor ve meslek bilgime bir hanede Rus “gâvurunun”(?) bilgisinden bir damla ekliyorum.” 
Bu olay bugün mühendislik fakültelerinde öğretiliyor mu, bilmiyorum. Bilgi, beceri, ustalık, ne derseniz deyin. Ağrı lalesinden öğrendiklerimize bu anıyı ekleyen Erhan Amca’ya teşekkürler. 
Bizim dört çekerli müteahhitlerimizin, ilim-irfan sahibi mühendislerimizin, değerli yöneticilerimizin bu öykülerden bir şeyler öğrenmiş olmalarını dileyelim.  Geçen yazıda yazdığımız deyişi tamamlayalım;
“Hararet nardadır, sacda değildir,
 Marifet baştadır, taçta değildir.
Her ne arar isen kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.”