Mevsim kış, çevre illere, hatta ilçelerimize yağan kar Kırşehir’de göremiyoruz nedense… Kırşehir kardan yoksun, kimi zaman bahar havası, kimi zaman kuru soğuk… Kırşehir’de kar yağsın istiyoruz, Kırşehir bereketlensin istiyoruz… Yıllar yılları, aylar ayları, günler günleri, saatler dakikayı, dakikalar saniyeyi, kovalıyor. Şimdi oturdum, bilgisayarın başına ve yazıya başlamadan önce kaç milisaniye geçti? Geçen femtosaniye ve attosaniyeleri iyi bir matematik uzmanı hesaplar belki.

Mevsim kış, çevre illere, hatta ilçelerimize yağan kar Kırşehir’de göremiyoruz nedense…

Kırşehir kardan yoksun, kimi zaman bahar havası, kimi zaman kuru soğuk…
Kırşehir’de kar yağsın istiyoruz, Kırşehir bereketlensin istiyoruz…
Yıllar yılları, aylar ayları, günler günleri, saatler dakikayı, dakikalar saniyeyi, kovalıyor.
Şimdi oturdum, bilgisayarın başına ve yazıya başlamadan önce kaç milisaniye geçti?
Geçen femtosaniye ve attosaniyeleri iyi bir matematik uzmanı hesaplar belki.
Kısacası;
Nasıl da geçiveriyor günler.
Bu günlerde eski güncelerimi okuyorum. Pek çoğunu unutmuşum yaşadıklarımdan.
O kadar bilgi giriyor ki hafızaya, depo edilmesi için hafızanın eski bilgilerden bazılarını silmesi gerekir. Silinmeyenler ise kazınan anılardır, kazınan hatıralardır. Sizi çok mutlu eden olayları, sizi çok üzen olayları unutamazsınız.
Bir de yediğiniz kazıklar var ki o da ayrı bir konu.
Hayat arkadaşınızla ilk tanıştığınız günü, onun ilk olarak elini tuttuğunuz günü, evlenmenizi,çocuğunuzun doğumunu, onun mutlu günlerini, unutamazsınız. Çünkü hafızanızın derinliklerinde kalmıştır. Oraya kazınmıştır.
Bazı olaylarda yüzeyel kaydedilmiştir hafızanıza. O zaman da günlükler devreye girer. Altına tarih saat atarak yazdığınız günceler sizi alır o yıllara götürür.
Yıllardır gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”de benim gibi yazılar yazan, sevgili, emekli general Ali Akdoğan'ın Ağrı ile yazılarını okuyunca ben de o yıllara geri dönmek için güncemi buldum. O yıllara ait hatıralarımın yazıldığı yazıları yeni bir öykü okur gibi tekrar tekrar okudum.
"Vay canına..." dedim. Kendi kendime. Askeriye de bize az çektirmemiş hani. O nedenden diyorum ki "en kötü demokrasi her türlü askeri idareden daha iyidir." Eleştirileri saklı tutmak kaydıyla, bu günlerin de kıymetini bilmek gerekir. Ve de Türkiye'nin gerçek bir demokrasiye elbet bir gün ulaşacağı umudunu da hiç bir zaman yitirmedim.
Çevreme şöyle bir bakıyorum. Korkunç bir karamsarlık...
Yaşananlardan,"halk bizi istedi" pervasızlığından,cumhuriyete vurulmaya çalışılan darbelerden,artık "inanamıyorum" denecek kadar ileri giden "karanlık fetvalardan" ve de en önemlisi "çıkış yolu görememekten" Ve umudu yitirmeye doğru dolu dizgin gitmekte olan bir karamsarlık...
Neyse…
1982'li yıllara gidelim.
12 Eylül cuntasının fırtına estirdiği yıllar...
Milli Savunma Bakanlığı'nda asteğmenim. Altı aydır görevimi sürdürüyorum. 12 Eylül Cuntasının hışmı olanca korkunçluğu ile sürüyor. Biraz da tedirgin yıllarım.
Aralık 1982 sonlarına doğru, gününü tam anımsamıyorum. Bir posta er geldi ve "Asteğmenim, tümgeneral daire başkanı sizi istedi" dedi.
O an "eyvah" dedim kendi kendime. Tümgeneralin benle ne işi olabilirdi ki !
Topuk selamı, kendini tanıtma faslından sonra pencereden dışarı bakmakta olan ismini şu an anımsayamadığım tümgeneral bana dönerek, otoriter ve sevecen arası diyebileceğim bir ses tonu ile " hiç anarşik eyleme katıldın mı?" diye sordu.
Amaç belli olmuştu. İşin ucu daha da boyutlanabilirdi. Bir suçum, bir sabıkam,bir kaydım yoktu ama çevreden insanların ne gibi haksızlıklara maruz kaldığını duyuyorduk.
Tedirgin bir ifade ile "hayır komutanım" dedim.
Bir an düşündü,ayaktaydı,gözü masanın üstündeki bir evraka kaydı. sözü evirip çevirmeden "tayinin Ağrı'ya çıkmış,hemen toparlan ve işlemlerini yapsınlar" dedi.
Odadan çıktım, beraber çalıştığımız sivil memur arkadaşlar sanırım yüz ifademden anlamışlar ki telaşla "ne oldu" diye sordular. "Ağrı'ya tayinim çıktı" dedim.
Ankara'da Ordu Spor Merkezi'nde öğrendiğim tenisi yeterli görmüşlerdi belki de ve de kayak öğrenme sıramın geldiğine karar vermişlerdi, ne bileyim.
Gerçi nankörlük de etmeyeyim. Tenis ve kayak öğrenmem askeriye sayesindedir.
O yıl yılbaşını ailemle ve o zamanlar iki yaşlarında olan oğlumla birlikte geçirmeyi çok istiyordum.
Biraz askeri Mevki Hastane'sinde bir doktor arkadaşın yardımı ile biraz da bir sivil memurun yardımı ile 1982 yılbaşını ailemle birlikte geçirdim.
Şimdi, sahifeleri artık iyice sararmış olan çizgili harita metot defterime döneyim. Köylerde çalıştığım yıllardan sonra devam etmekte olan anılarımdan:
2 Ocak 1983 :
Ankara'dan Ağrı'ya saat 15.00 de yola çıktım. Ben evden çıkarken oğlum derin bir uykuya dalmıştı. Hava oldukça soğuktu. Kar yağışı şiddetini Yozgat'tan sonra giderek arttırdı. Otobüsün kaloriferleri yanmasına rağmen camlar kalın bir buz tabakası ile kaplanmıştı. O zaman bu otobüste neden koridorların dolu olduğunu anladım. Bilet alırken sadece cam kenarlarında boş yerler vardı. Arada buzu kazıyıp dışarı bakıyordum. uçsuz bucaksız karla kaplı bir bozkır. Bu arada oldukça yüksek debili akan bir çayın yanındaki köyün ağaçsız olduğu dikkatimi çekti.
3 Ocak 1983:
Gece bir an uyandığımda orta koridordan ön camdan dışarıya göz attım. Beyaz bir yolun üstende son hızla gidiyorduk. Çok tedirgin oldum. uykum kaçtı, gözümü yoldan ayıramadım. Saat 05 sularında ortalık aydınlanmaya başladı. Güneş, kızılımsı ışıklarını saçarak çıplak dağların arasından bir ortaya çıkıp bir kayboluyordu.
Otobüs yer yer kum ve tuz etkisi ile erimiş karların üstünde sarsılarak ilerliyordu.
Az sonra güneş ışığını iyice yayacak, - 35 derecede donmuş karların üzerinde on binlerce yıldızımsı buz kristallerini parlatıp söndürerek seyredilmesi insana sonsuz bir zevk veren görüntüyü oluşturacaktı.
Dört gündür aralıksız yağan kardan sonra büyük kar temizleme araçlarının açtığı bir otobüsün zar zor geçtiği yollardan geçiyorduk. Arada otobüse tepelerden koşturarak gelenler biniyor, bir süre sonra belli merkezlerde iniyorlardı.
"Lavaş ekmek" sözünü ilk defa otobüsün bu kısa duraklamalarında bunları satmaya çalışan çocuklardan duydum. Lavaş ekmek ve haşlanmış yumurta satıyorlardı.
Alayın önünde otobüsten indim. Bir er bavullarımı taşımaya yardım etti.
Burnumda bir tıkanıklık hissediyordum. İçeriye girince bu tıkanıklık kayboldu. Ne olduğunun farkına varamamıştım.
Alay komutanı albaya kendimizi tanıttık,orada altı ayımızı geçireceğimiz arkadaşlarımızla,üst rütbeli can dost insanlarla tanıştık. Alayda bizim çalıştığımız yer iki katlı, gri boyalı bir binaydı.
Ben orada sağlık ve veteriner şube müdürü vekili olarak göreve başladım.
Öğle yemeği orduevinde yeniyordu. Bir servis bizi oraya götürüyordu. O gün öğle dışarı çıktığımızda burnumdaki tıkanıklık tekrar başladı.
Yanımda yeni tanıştığım asteğmen Abdullah "hava sıcaklığı gene eksi 35 derece" dedi. "Nereden biliyorsun?" diye sorunca "senin burnunda tıkanıklık yok mu?" diye yanıtladı sorumu.
Sonradan biz de bu yöntemle hava sıcaklığını ölçer olduk. Çok soğuk havalarda eksi 30'larda ağızdan çıkan nemli buhar burundan girdiği zaman burun kıllarında donuyor ve siz burunda bir tıkanıklık hissediyorsunuz. O zaman bilin ki hava sıcaklığı eksi 30'ların altında.